gülümsemek hayata tutunmaktır...
  nurhan hanım
 

 

Gece Gözlü Yar
 
Kime dönsem elinde alın yazısı
Koşturmakta bir o yana, bir bu yana
Dünya başka
insanlar başka
gökyüzü başka
 
Dalga seslerinde duyduğum sensin.
 
Herkes simidini paylaşırken
Ben yalnızlığımı paylaştım
Eteklerine al al güller karanfiller tutuşmuş
O halin gitmiyor gözümün önünden
 
Yere değen ayaklarındı ama
O gemiden inen sen, sen değildin
Halin başka
edan başka
sen başka
 
Ey gece gözlü yar
Yüzüne gece değmiş
Yüzün başka
sözün başka
özün başka
 
 
Ergin Bozkurt-Nuran Hanım
 





 Yalnızlık Üzerine Bir Yazı


Yalnız kalmak istiyorum.
Sessiz, sedasız, patırtısız kafa dinlemek istiyorum.
Sanki savaş meydanlarından çıkmış her yanı yaralar içinde yaralı bir şövalye gibi
Sessiz, kavgasız yalnız kalmak istiyorum.
Yalnız kalmak istiyorum.
Çok yoruldum, yalnız kalmak istiyorum.
Farkında olmadan çok mücadele vermişim hayatla.
Yenildim galiba bıraktım kendimi ona, hayata, o nereye sürüklerse.
Ben çektim küreklerimi geriye,
Götürsün istediği yere.
Yalnız kalmak istiyorum
Aşklardan uzak, sevdalardan saklanırcasına,
Yalnız kalmak istiyorum.

MUSTAFA NARİN. (şadıman)




Yalnız kalmak istiyorum der şair. Israrla, kelimenin üstüne basa basa “yalnız kalmak istiyorum” diyor.

Yalnızlığın kendisine vermiş olduğu coşkuyu bile paylaşmayı istemeyecek kadar yalnızlığı tercih etmesi ve duyacağı huzuru ve hüznü bir arada yaşamaya başlaması, karamsarlığa atılan ilk adım olarak algılamak yerine, yalnızlığın insana öğrettiklerinin farkına varması yaşamını bir kat daha değerli kılacaktır elbet.

Yalnızlığı nasıl yaşar insan?
Kafa dinlemek için mi yalnız kalmak ister insan, yoksa kendini savaş meydanlarında ağır yenilgiyle uğramış bir şövalye gibi yenilmiş ama başı dik mağrur bakarak mı?

Kavgasız kalmayı istemek korkudan değil yorgunluktan olsa gerek. Ve tek çıkış yolunun yalnız kalmak olmadığını bilerek, kendi kendine teslimiyettir yalnızlık.

Hayatı ağaç arasına sıkışmış bir ümit gibi görüp ve payımıza düşeni çekiştirerek de olsa alabildiğimiz kadar almayı başarmış olmanın verdiği sevinç duyduğunuz yorgunluğa kesinlikle değecektir. Burada sır sadece fark edebilmekte.

“Kazanıp kaybetmekte satranç oyunu gibiyiz” der Mevlana h.z
Her zaman şahı bulup “mat” demenin imkânı yok. Elbet hayatı çekiştirirken kopukluklar olacaktır. Ama bu kopukluğu görüp vazgeçmek yerine tekrar denemek yorgunluğa bir mola olacaktır.

Yaşamı biriktirmeli insan her ne şekilde zuhur ederse etsin insanın elinde biriktirdiği bir yaşamı olmalı.

..........
Bir tren bile demirden yapılmış, rayların üzerinde dosdoğru yol alırken benim yol almaya çalıştığım hayatım sanki sanki kasislerden oluşmuş engebeli bir arazi gibi…
Çukurlardan kaçmam mücadelesi ile geçiyor zamanım. Bir türlü yol alamıyorum.
Geleceğime, hedeflerime iç çekiyorum canım,
Ne olacak sonum.
Ve her iç çekişimde içkimden bir yudum kanıma karışıyor.
Yalnız kalmak istiyorum…
Dudağımı kanatıyor dişlerim.
Ulaşamayacağım geçmişimin hıncını alırcasına içimi kanatıyor yazdıklarım
İçimi kanatıyor duygularımı parçalarcasına.
Sıkıldım be canım, artık bende sıkıldım kendi içimi kendime yazmaktan.
Boşalsın heceler, boşalsın özgür kalsın içim…

Tarif edemediğim aşkımı tarif etmek istiyorum artık.
Hayat bırak artık beni senden çok şey istemedim ki.
Beni bırak be hayat senden çok şey istemedim ki…

MUSTAFA NARİN (şadıman)



Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan” der Mevlana h.z.

Gül mevsimi değil diye gül kokusundan mahrum olmak gerekmez elbet. Gül suyuna bakmak gerek.

Yaşamın verdiği yorgunluğa bakıp hayıflanmak geçen yaşamı görmezden gelmemize sebep olacaktır sadece.
Ve boşa dökülen gül suyu gibi boşa geçen zaman. Ve gül suyu döküldükçe ne kokusunu hissedeceğiz. Ne de boşa aktığının farkına varacağız, takim şişe bitinceye kadar.

Hayata asıldığımız kürekleri geriye çekmek ve beklemek yorgun ve yalnız beklemek, sadece ziyan olan hayatın bir parçası olacaktır.
Hayata doğru yol alırken çektiğimiz küreği sevmek gerek elbet.

Ve sevgi…
Yaşamı anlamalı kılan öğedir sevgi. Bu duygu olmadan yaşayamaz ki insan uzak kalması mümkün olmayan bir olgudur sevgi. Nereye gizlenilirse gizlenilsin gelip buluverir insanı.
Karanlık yerde saklanıversen bile karanlığı sevmeye başlarsın “seni sakladığı için” işte böyle bir şeydir sevgi.

Ve aşk…
Tam olarak ne anlama geldiği tarif edilememiş bırak be şair bırak aşk tarifsiz kalsın.

“Biz umumiyetle aslanlarız”(1) bir aslan gibi güçlü, kendinden emin, yenilmez, her türlü düşmanla baş edebilecek bir aslan. Bulunduğu ortama hakim, lider, etrafında bulunanların kendini güven içinde hissettikleri bir aslan.
Bir aslan gibi yaşamak, kendini bir aslana benzetmek, öyle görmek, müthiş bir duygu elbet.

Ama…

“Ama bayrak üzerinde resmedilmiş aslanlar. Onların zaman zaman hareketleri hamleleri rüzgârdandır”(2) İşte aslana “dur bakalım biraz dur da kendine gel” diyen can alıcı nokta burası. Bu dizeler.
Evet, dur! Bakalım…

Yalnız değilsin, başıboş ve tek başına değilsin. Rüzgârın hamleleri var. Nasıl görüneceğine ancak rüzgâr müdahale edebilir.

Kendini aslan gören bizler güç ne kadar bizde? Hayata doğru yol alırken elbet engebeler, kasisler olacaktır. Elbet yorgunluklar, bezginlikler, iç çekişler, yaşayacağız. Demir bile bükülüp ray olmayı becerebiliyorken bizim bu bezginliğimizi o soğuk tren raylarına anlatmayı başarmamız gerekecek, elbette savaşmak gerekecektir. Bir aslan gibi yaşamak için, bir aslan gibi onurlu ve bir aslan gibi gerektiği zaman kükreyerek yaşamayı öğreneceğiz. Aksi halde aslan olmanın ne anlamı olacak ki. Ya da kendini bir aslan gibi hissetmenin ne anlamı kalacak.

İnsan olarak bizi diğer mahlûkatlardan ayıran özelliğimiz düşünme yeteneğimizdir. Her ne kadar çok bilinen bir söz gibi olsa da üzerinde yeterince tefekkür etmediğimiz inancındayım.

Bizden farklı bir mahlûkat ele alalım. Misal: inek olsun bu mahlûk. Sade bir bakış açısı ile bakıldığında bütün gün ot yer, su içer ve yatar. Kendisine sorduğumuzu farz edelim. Sayın inek siz niye yaratıldınız* ne işe yararsınız?

Dili olsa, konuşabilse eminim ki şöyle diyecektir. Benim etimden faydalanırsınız, sütümden onlarca çeşit yiyecek elde edilir. Derim yaşamınızı kolaylaştıracak eşya olarak kullanılır. Ve bir çırpıda bizim bile aklımıza gelmeyen birçok şey sıralar.

Sonra inek dönüp bize sorsa peki sen niye yaratıldın? Senin yaradılış gayen ne? Ne cevap veririz acaba. Sizi bilmem ama benim aklıma hiçbir şey gelmedi şu an.

Bu sorudan yola çıkılarak tutunduğumuz dala biraz daha sıkıca sarılmak bir çıtırtı hissettiğimizde, kendimizi bırakmak yerine yapışırcasına tutunmaktır hayat.

Gözüne kestirdiği avı için yaptığı ilk hamle gırtlağına dişini geçiren aslan gibi, hayatın ucundan tutmak yerine gırtlağına yapışıp hiç bırakmamak gerek. Takim bir av gibi pes edinceye kadar.

Ve inatla istemek, eğer bu hayat bizim ise eğer yaşayan biz isek, eğer payımıza düşeni almayı başarabilmişsek inadına beklemek çok şey beklemek gerek. Alıp almama noktası tamamen tevekkül etmenize kalmış artık. Takdir onun…

Bir gün “sen ne yaptın” sorusu ile karşı karşıya kaldığımız zaman “istedim, bıkmadan, usanmadan, hayat için, yaşam için bende payıma düşeni istedim” cevabını göğsümüzü gere gere vermeliyiz bir aslan gibi…

Yaşamdan bir şey beklememek yerine inatla beklentileri gerçekleştirmek için gayret edip, ağaç arasındaki yaşama biraz daha asılmak gerekecektir


Yalnız kalmak istiyorum der şair. Israrla, kelimenin üstüne basa basa “yalnız kalmak istiyorum” diyor.

Yalnızlığını haykırırken bile istediği şey yalnız kalmamaktır. Aslında istediği tek şey yalnızlığını paylaşmaktır.

Peki, yalnızlığı bile paylaşarak yaşamak, yalnız kalmak istememenin bir kanıtı değil mi? Diye bir soru aklıma geliyor.
Siz ne dersiniz?

Nuran…


Not:(1)ve (2) mesneviden alıntıdır.

 
Adsız Şiir Adsız Yorum

Adsız şiir
Önce, balkonda beslediğimiz,
Güvercinler terk etti bizi.
Sonra, Mutfakta, ara sıra gördüğümüz
Karıncalar kayboldu.
Güneş, doğmaz oldu üstümüze,
Rüzgâr esmez…
Yağmur, yağmaz oldu mevsimlerce…

Ve her gece,
Kurşun sesleriyle bölündü uykularımız.
Duyulmaz oldu artık
Telefonda dost sesleri.

Bir gece yarısı,
Uykumuzun orta yerinde,
Acı acı zil sesine uyandık
Demir kapı ve kazma sapıyla
Tanıştırıldık.

Ülkemde kara bulutlar
Ve postallar altındayız
Ben ve binler cemiz
Tutsağız şimdi.

Sevgilim,
Burada güneş yok, ışık yok…
Gelirsen ziyaretime,
Karanlıkta büyüyen,
Taşa dikilen çiçekler getir bana,
Ve tüm dünyaya yetecek kadar
Barış sevgi ve özgürlük getir. Mazlum Zengin…



İlkbaharın kapıya gelişine güneş yukarıdan gülümseyerek karşılık verir. Bu gülümseyişi gören bahçedeki erik ağacının güneşin yüzünü asıp, yerini sert, soğuk rüzgârlara bırakmasına aldırmadan, birkaç gün önce bir odundan farksız olan dalları hemen tomurcuklanmaya başlar. Tomurcuk filize, filiz çiçeğe, çiçek meyveye dönüşüverir bir an. Bu ağacın dalından meyve koparıp yerken dallara yuva yapan kuşların cıvıltısını dinlemek, kuşkusuz iki lezzeti birden tatmak gibi olacaktır.

Kuşlar kanatları olduğu için mi bu kadar özgürdürler, yoksa özgür oldukları için mi kanatları vardır bilmiyorum. Lakin bildiğim şairin ne bir bahçesi, nede bahçesinde dalında kuşların yuva yaptığı bir erik ağacı vardır.
O belki de alt ve üst komşularının bütün itirazlarına rağmen küçücük balkonunda beslediği güvercinlerinin sesi ile güne başlamak için bütün sıkıntılara katlanmak zorunda kalıyor. Ya da belki onların her sabah kanat çırpışlarına bakarken gökyüzünü seyre dalıyordur.
Özgürlük timsali kuşlar, barış temsilcisi güvercinler… Beyaz güvercinler…
Beyaz tertemizdir, üzerinde leke barındırmaz, diğer renkler gibi üzerindeki kiri saklamaz, üzerinde ne varsa belli eder. Barış da beyaz renk gibidir, üzerine düşen gölgeyi hemen belli eder.
Şairin küçücük balkonunda özenle beslediği beyaz güvercinler, isteksizce havalandıkları bir sabah, barış adına, özgürlük adına yaşananları inkâr edercesine şairi terk ediyorlar. Ve bir sabah gidip de geri gelmeyen sadece güvercinler değildi elbet.
Rızkı için bir karınca gibi çalışan, bir karınca gibi kendinden kat kat fazla yükü taşıyan emekçi insanın hayalleri de o sabah kuşların kanadına takılıp gidiyor.
Ve şair her sabah güvercinlerin kanat çırpışlarını görmek için baktığı gökyüzünde güneşi de yağmuru da göremez oluyor. Gökyüzüne bakmayınca güneşin sıcaklığını, ya da yüzüne çarpan yağmurun serinliğini de hissedemez oluyor.
“Sabah güvercinlerim belki döner” umudu besleyerek yattığı yatağından kuş sesleri yerine, kurşun sesleri ile uyanıyor. Uykularını bölen gördüğü beyaz güvercinli rüyaları değil, kara akbabalı kâbuslar oluyor. Akbabanın ölmüş, kokmuş avının üzerinde süzülmesi, kocaman kanatlarının avı üzerine düşen kara gölgesi, kara bir bulut gibi üzerine çöküyor.
Ve artık kendini bu kâbustan kurtaracak ne bir dost, ne bir telefon sesi duyulmaz oluyor.
Her gece ümitle beklenen bir seda yerine kapıdaki zil sesi bölüveriyor şairin kâbus dolu uykusunu. Ve bir ümitle açmak için gittiği kapının ardında demir kapı gibi soğuk yüzler karşılıyor. Hoş bir dost sesi duymayı ümit ederek açtığı kapının önünde bekleyen ne bir dost ne bir gülen yüz vardır. Kendini savunmaya hazır, soğuk demir kapı önünde dikilen, kazmasından ayrı düşmüş saplar. Baş olmayan gövde elbette nereye gittiğini, ne yaptığını bilemeyecektir. Sapı olmayan kazma görevini ne derece ifa edebilir ki.

Güneş yerine kara bulutları hâkim artık gökyüzüne. Ve güvecin sesleri yerine kara postalların sesini duyuyor şair. Ve bu sesler altında ne kadar özgür hisseder insan kendini. Şair esaret altında ve şair gibi düşünen binlercesi esir artık.

Güvercinlerin uçmadığı bir gökyüzü, bulutların aydınlığı gölgelediği bir gökyüzü, yağmurların yağmadığı, siyah kuşların kanat çırptığı bir gökyüzü.

Kuş, kafeste kaldıkça başkasının buyruğu altındadır. Kafes kırıldı da kuş uçtu mu?
Nerede ona geçecek buyruklar? Der Mevlana hazretleri.

Şairin kendini esaret altında hissettiği bir durumda, çaresizce kuşlar yerine kanat çırptığı bir durumda yardım istediği tek kişi sevdiği. “Gelirsen ziyaretime” diye başlıyor şairin dizeleri. Onun da sesine, çığlığına cevap vereceğinden emin değil. Gelirsen ziyaretime güneş olmasa da onun yerine sıcak bakışını, çiçekler yerine gülüşünü getir. Çiçekler yetişmese de bu dört duvar arasında, gülüşün her yanda açacak, bakışın bir güneş gibi aydınlatacaktır taş duvarları.
Gelirsen eğer... Gelirsen ziyaretime hepimize yetecek kadar özgürlük getir, barış getir sevgi getir. Mücadeleci ruhu, sadece kendi için kaygılanmıyor elbet. “Hepimize yetecek kadar” herkese yetecek kadar istiyor, barış, sevgi özgürlük adına ne varsa. Ve getirdiklerin sayesinde karabulutlarda gökyüzünü terk edecek, güneş yeniden doğacak, siyah akbabalar yerine beyaz güvercinler kanat çırpacak gökyüzünde yine.
Kim bilir belki… Belki de şair bir sabah balkonda beyaz güvercinlerin sesi ile uyanır sabaha. Ve yine onlar kanat çırptıkça bakar gökyüzüne doğru. Ve gözlerini kapayıp tempolu ayak sesleri yerine güvercinlerin kanat seslerini duyar. Şair her şeye rağmen umutlu. Ve dudağında dökülen kelimelere kendi de eşlik edercesine umutlu.

“Güzel günler göreceğiz çocuklar.
Motorları maviliklere süreceğiz.
Çocuklar inanın, inanın çocuklar.
Güzel günler göreceğiz güneşli günler.” N. Hikmet

Nuran...

Başlık Yok Yine

Ne zor şeydir yazmak. Duyguları kelimelere yazarak dökmek meğer ne zormuş.
Anlatmak istediğim çok şey var ama olmuyor işte. “Dur ben yazayım” denilince de yazılmıyor ki. “Hissettiğin halde yazamıyorsun işte beceriksiz” dedim kendime “boş ver kalk hadi kendini zorlamanın bir anlamı yok"

... Kolayca okunabilen bir şiirin kolayca yazıldığını mı sanıyorsunuz ?.. Demiş
Orhan Veli
Evet, hiç kolay değil. Kolayca okunan bir yazıda hiç kolay yazılmıyor. Elbet. "Seviyorum" ya da “Sevmiyorum” demek bunu dile getirmek yazabilmek içinden geldiği gibi zor, çok zor.

Bir kardeşimiz “gökkuşağını sevmiyorum” demişti. Yağmurdan sonra çıkmasını beklediğimiz, çok nadir görebildiğimiz bu renk yumağının altından geçme isteği duymadan “sevmiyorum” demek ve bunu yazmak ne zor.

Siz bir yazının kolay yazıldığını mı sanıyorsunuz? Yazılmıyor işte. Şu an ben yazamıyorum mesela.

Bir sigara yakıp dumanı içime çekerek aynı hızla havaya üflemenin de hiçbir faydası olmuyor. Bu zıkkıma da alışamadım hala.
Kalem kilitlendi, ben kilitlendim. Yok! Olmuyor yazamıyorum.

Dışarı çıkıp bu soğukta biraz yürümenin bir faydası olur belki diye düşünüyorum. Ama gece saat 01.30 cesaretim var mı? Hayır! Tabi ki çıkmam imkânsız.
Yeni bir yılın ilk gecesi parktan insanların coşku dolu sesleri geliyor. Az önce havai fişek gösterisi vardı. Çıkıp bakmak bile içimden gelmedi. Bir yıl bitiyor diye yapılan eğlenceleri kendimi bildim bileli anlamam. Neden bu kadar coşku, bu eğlencenin manasını da anlamış değilim. Ama eğlenmesini bilene her zaman saygı duymuşumdur. Ne fark eder ki bir coşkuya ortak olmak için illaki bir bahane mi olmalı? Bir yılbaşı gecesi bir doğum günü, bir bayram, bir kutlama anı…. ne fark eder eğlenebildikten sonra….

Yağmur yağsa keşke balkondan yağmurun yağışını izlerdim biraz. Sonra insanların koşuşmalarını izlerdim zevkle.
Kaçımız yağmur bardaktan boşanırcasına yağdığı zaman şemsiyesini kapatıp ıslanmayı göze aldı.

Yağmur damlasını düşünüyorum. Kim bilir kaç bin metreden kaç km hızla düşüyor?
Normalde düşünüldüğü zaman bir damlanın düştüğü yeri tahrip etmesi gerekir. Başımıza düştüğü zaman beynimizi delmesi gerek öyle değil mi? Ama hiç zarar vermiyor işte rahmet dedikleri bu olsa gerek.
Mesela kar yağarken de aynı şeyler geçerli. Hiç düşündünüz mü? Bir kar tanesi yere düşünceye kadar diğer tanelerle bir araya gelerek bir kartopu yumağı halinde düşmesi gerekiyor. Öyle değil mi? Ama tane tane iniyor. Vardır bir hikmeti diye düşünmeden edemiyorum.

Aslına bakarsanız ne çok şey var elimizde. Avucumuzu açıp baktığımızda ne çok şey var görebileceğimiz.
Ama farkında değiliz insan olarak hiçbir şeyin hiçbir şekilde farkında değiliz.
Tek bildiğimiz tüketmek. Sevgileri, dostlukları, aşkları hemen tüketmek havasındayız.
Sadece bekliyoruz. ve sadece almayı biliyoruz. “peki, sen ne verdin” diye sorabilsek kendimize, yok canım ne gerek var ki. Şimdi bu soruyu kendine sor cevap ara offf ne uzun iş.

İnsanoğlu çok bencil bir yaratık. Her istediğimizin hemen gerçekleşmesini istiyoruz. Bıkmadan sürekli yeni bir şeyler istiyoruz. İsteklerimiz gerçekleşmedi mi hemen isyan ve umutsuzluk başlıyor. Neden peki?
Çünkü biz bu dünyaya keyif çatmaya geldik keyfimiz mutlaka yerinde olmalı.
“hadi canım nerede o bolluk” demek istiyorum kendime.

Diyemiyorum tabi, yazamıyorum ki diyebileyim.
Yazamıyorum bir türlü...

NURAN... 

Güncelleme Tarihi 26.03.2008



Sonbahar 1 Bölüm

Takvimler, yılı tüketen son sayfalara yaklaştıkça, hüzün veren sadece geçen günlerin yılın son mevsim olması değil, ömrün son mevsim olmasıdır. Sonbahar yaşında olup sonbaharın verdiği hüznü yaşamamak mümkün değil. Cahit Sıtkı’ya kulak verip “yaş otuz beş yolun yarısı eder.” mısralarına sadık kalmak ya da “hayat kırkından sonra başlar” sözüne sadık kalıp sonbaharı bir ilkbahar gibi yaşamak, tamamen içinizde yaşattığınız çocuklarla ilgili bir şey.

Dökülen yapraklara her basışımda çıkan sesi bir nağmeye benzetmeyi bir kenara bırakıp öç alır gibi basarak, bu sonbaharın hayatımdaki sonbahara denk gelmesinin hıncını alıyor gibiyim.
Kışa doğru yol alırken, kışlık erzakını çoktan hazırlamış olan karıncanın taşımış olduğu huzur yok bende.Ağustosböceği gibi saz çalıp oynayamadığım için hayıflanmalı mıyım bilmiyorum ama geçen ilkbahar ve yaz aylarının vermiş olduğu sevinç ve coşkuyu yaşayamamanın üzüntüsü var sadece. Kış ayında arkama dönüp baktığımda bir şey göremeyince ağustosböceği gibi pişmanlık duyacağım sadece.

Kış mevsiminin ne kadar süreceğini kimse bilemez lakin, göz kapamaya yakın ellerimi semaya açtığımda avucumda bir şey görememenin üzüntüsünü taşırken nasıl içten bir yakarış olacak doğrusunu isterseniz kestirmek çok zor.

Sonbaharın gelmesi ile birlikte yaşanan telaşı seyretmeniz ne kadar mümkün oluyor bilmiyorum ama buradaki telaş görülmeye değer; Meyveler çoktan kaynatılıp konservelere konarak raflara dizildi bile. Yardımlaşarak yapılan salçanın kaynama aşaması her ne kadar zahmetli olsa da, bir araya toplanıp o coşkuyu küçüklü, büyüklü yaşamak seyre değer. Kaynayan salça kazanın etrafında en az yirmi çocuk, hepsinin elinde bir dilim ekmek, bir yandan yanan ateşin verdiği sıcaklıktan kaçmaya çalışıyorlar, diğer yandan salçalı ekmekten bir an önce yemenin sabırsızlığını yaşıyorlar.

Salçayı ekmeğine sürdürmeyi başaran çocuk, sonbaharın ılık rüzgarı eşliğinde bir kenara çekilir, kuş cıvıltısı gibi sesler çıkararak ekmeğini yemenin doyumsuz tadını almaya başlar.
Birazdan ağızlarının etrafı kıpkırmızı olacak ve birbirlerinin ağzına bakıp gülecekler.
Hani çocukluğu yaşamanın kuralları vardır ya. Düşüp dizlerini kanatmak, yaranın iyileşmesine izin vermeden oyun oynamak tekrar düşüp aynı yeri tekrar kanatmak, düşerim diye korkmadan ağaç dalına çıkıp meyve yemek, ellerini yıkamadan sofraya oturmak gibi…İşte bunlardan biri de kaynayan salça kazanındaki salçadan bir dilim ekmeğe sürüp yemek.

Betonu yararak çıkmayı başaran sarmaşık fidanının, kısa sürede 3. kata ulaşmayı başardığını düşünüp ve incecik gövdesine rağmen döktüğü yaprağı görüp ciddiye almamak mümkün değil. Ve sabah olduğu zaman sokaktaki yeşilden başlayarak, sarının her tonunu olan hatta kırmızı yaprağın bile bulunduğu sokağın güzelliğini tahmin etmeniz mümkün değil, ancak görmeniz gerek.

1. bölüm sonu….

NURAN


Sonbahar 2 Bölüm


Sonbahar, hazan mevsimi... Hüzün mevsimi… Son yılın son mevsimi… Ömrün son mevsimi…

Gözlerimi kapatıp düşünüyorum. Şehrin üzerine çöken yoğun sis ve buluta rağmen şehri en tepeden izlemeye çalışıyorum. Yahya Kemal Beyatlı gibi “sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” diyemiyorum ama aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’
ın “Bursa’da zaman” şiiri geliyor. Eski bir camii avlusunu arıyorum. Bu kadar camii arasında hangisi olabilir acaba? Ya küçük şadırvan. Hala su şakırdıyor mu acaba?

Hangisi daha zor görüp yazmak mı? Yoksa düşünüp yazmak mı? Gözlerim kapalı şehri seyretmeye devam ediyorum. Yeşil Bursa’nın ne kadar yeşil kaldığı tartışmasını sonraya bırakıyorum. “takvimlerden haberin yok geçiyor yıllar” ne güzel bir şarkı. Ama bana hitap etmiyor. Çünkü benim takvimlerden de geçen yıllardan da haberim var.
En kenarı seçip şehre bakıyorum. Sarı, solgun renge rağmen Yeşil türbe uzaktan da olsa o kadar güzel görünüyor ki. Sarı ve yeşil renkler birbirlerine ne çok yakışıyorlar.
Ulu camii mevsime uygun soluk rengine rağmen içi kışın sıcacık yazın ise serindir. İster serinlemek için, ister ısınmak için, ister birkaç dakikalık bir yöneliş için, her ne sebeple olursa olsun içeri girip o muhteşem güzelliği görmelisiniz.

İnsan gördüğünü daha kolay anlatırmış. Yeni yapılan çarşı ve yapılara rağmen ileride uzayıp giden hanların görüntüsü bir başka. Sanki tarihi taşıyor olmanın haklı gururunu yaşıyor gibiler.

Bankta oturan iki sevgili görüyorum. Havanın serin olmasının bahanesini yaşayıp birbirlerine sarılmış haldeler. Fuzuli’nin mısraları aklıma geliyor. Aşık-ı sadık menem mecnun’un ancak adı var. Ya da Mevlana’nın bir beytini düşünüyorum. “her şey maşuktur, aşık bir perdedir. yaşayan maşuktur. Aşık bir ölüdür”. Hangisi aşık hangisi maşuk anlamaya çalışıyorum. Hangisi yaşıyor hangisi, ölüme doğru kendini atıyor acaba. Bir süre sonra hareketlerinden anlıyorum ki ne aşık var ortada ne de maşuk.

Trafik gürültüsüne rağmen gözlerimi tekrar kapatıyorum. Şu an da duymak istediğim tek şey kuş cıvıltıları. Bir okulun zili çalmaya başlıyor. İşte! kuş sesleri… Duyuyorum.

Zaman zaman “nefes alamıyorum” sözüme karşılık olarak “nefes almazsan yaşayamazsın” cevabı verildiğinde bunu nasıl izah edebilirim diye düşünmeyi bir kenara bırakıp ciğerime çektiğim temiz havayı anlatmaya başlıyorum. Hep güzeli anlatmak daha kolay olmuştur. Ben de kolay olanı seçiyorum.

Osmangazi ve Orhangazi türbelerini ziyaret edip bir sure okuyorum. Ve içimden fısıldayarak diyorum ki “bu güzel şehir için size teşekkür ederim”.

Dökülen yapraklara basarak yürümeye başlıyorum tekrar. Bir temizlik görevlisi yaprakları süpürüyor bir yandan. Yaprakları toplayıp havaya atmak istiyorum ama bana bakan insanların hakkımda düşündüklerini tahayyül bile edemeden vazgeçiyorum. Temizlik görevlisine “bu gün süpürme bırak biriksin biraz daha” diyorum. “görevim abla” diye cevap veriyor. Her canlının her mahlukatın bir görevi var. Çok haklı herkes görevini yapmalı.

2.bölümün sonu.

NURAN….

 
 
  Bugün 10 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı!  
 
Diziizle
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol